27 Haziran 2014 Cuma

YAA SEN KİMSİN?

Yaşamın amacı nedir? Neden buradayız? Ölümden sonra var olmaya devam edecek miyiz? Madem ki ölümden sonra başka bir yaşam var ve çeşitli dinlerin dediği gibi bu dünyadan daha güzel ve arzunalası, o zaman oraya gitmeden önce neden burda yaşamak zorundayız? Burada gerçekleştirmemiz gereken bir görev mi var? Varsa o nedir?

İnsan, düşünce tarihinin başlangıcından beri bu sorulara cevap arıyor. Yazılı düşünce tarihinden çok önce de benzeri sorularla kafasını kurcalamış ve bunlara kendince cevaplar bulmuş olmalı. Fakat hiçbir cevap insanı tatmin etmeye yetmedi, yetmiyor. Sordukça başka sorular geliyor insanın aklına ve sonsuzmuş gibi gözüken sorular döngüsünün içinde buluyor kendini. Belki de önemli olan cevaplar değil sadece sorular sorabilmek ve cevap bulmaya çalışırken kendini geliştirmektir; ama ne için geliştirmek?

Bence bu sorulara bulaşmadan önce ‘varlık’ sorununu çözmemiz gerekir en başta. Varolan olarak bir insan nedir; buna verilen cevap devamında gelen sorulara verilen cevapları da etkileyecektir kuşkusuz. Benim için en uygun yol ‘varoluşculuk’. Bunu Heidegger’i yalayıp yutmuş, Sartre’ı hatmetmiş biri olarak söylemiyorum. Onlardan aldığım yardım doğrultusuna kendime has bir varoluşculuk yarattım sanırım. Herkesin anlayış düzeyi ve farkındalığı kendine ne de olsa.



Yukarıda sorduğum sorulara tatmin edici bir cevap kimse tarafından verilmedi; en azından beni tam anlamıyla aydınlatan bir cevap yok. Cevapları tek başıma bulma ihitmalim de oldukça düşük gözüküyor. Bu nedenle, sadece yaşadığım hayata odaklanmak en iyi ihtimal gibi gözüküyor.

Bataille’a göre insanın en önemli meselesi nefes almayı sürdürüyor olmak, yarınını güvence altına almış olarak varlıkta sürünmek değil, “kendi olmak,” yani “egemenlik”tir. Sürekli bir sonraki adımı planlamak yerine plansızca varlığının seni ittiği yere gitmek aslında ulaşılabilecek en güzel özgürlük, dolayısıyla bir tür egemenlik değil midir gerçekten de?

Varlık, eğer buna maddi anlamda bakarsak, onlarca zincirle dünyevi olana bağlıdır. Bu zincirlerden kurtulmayı seçmek de bir tercihtir, dünyevi zincirlerin verdiği hazza kapılmak da. Fakat, ne olursa olsun – Bataille’ın da dediği gibi ‘varlıkta sürünmek’ bir tercih olmamalı. ‘Benim için nefes almak ve kendi olmak duyusal hazlarımsız düşünülemez!’ diyebilirsiniz; çünkü benim için de bu hala böyle. Sadece yaşıyor olmanın verdiği coşkuya kapılarak kendi olma çabasında egemen olmak beni özgür bir ruh yapar. Bu çabada aklıma gelen şeyler de hep dünyevi, bu da bir gerçek. Sanırım bu noktada devreye giren şey ise dengeli olmak. Buna ister Aristoteles’in ölçülülük erdemi deyin, isterseniz Nietzsche’nin Apollon Dionysos karşıtlığı deyin. Sonuçta yaşadığım sürece yapmak istediğim her şeyin sınırını çizmek benim elimde. Bu sınırı da kuruğum bir denge ile sabitlemem lazım.

George Bataille


Sadece nefes almayı sürdürüyor olmak ve yaşama dahil olduğunu hissetmek için mantıklı şeyler yapmanız gerekiyorsa yapın, fakat esriklik getirici hazları kendinize yasak etmeyin. Yine de bunu bir kural gibi değil, içten gelen bir dürtü etkisinde yapmalı. Dengeyi kurmaya ne kadar odaklanırsak o kadar dengemizi kaybederiz çünkü.
Sizi siz yapacak olan, varlığınızı ‘biricik’ yapacak olan şey yalnızca size ait olmalı. O zaman kendiniz olur, o zaman varoluşunuza dair bir adım ilerlemiş olursunuz. İşte tam o anda anlarsınız ki önemli olan tek soru ‘Ben kimim?’dir ve önemli olan tek şey buna nasıl bir cevap vermeyi istediğinizdir.


22 Ekim 2013 Salı

Bir Parça Doğa

İstanbul’un kaosu içinde biraz olsun huzur ister misiniz? O zaman size harika bir yer önereceğim; Atatürk  Arboretumu. Gerçek anlamda huzur veren bir yer olduğu için pek tabi şehrin merkezinden uzak, hatta oldukça uzak. Ama, gideceğiniz uzun yola değecek bir yer.




Belgrad Ormanın güneydoğusunda, 345 hektarlık bir alan kurulmuş olan bu canlı bitki müzesi 1500’ü aşkın bitki türüne ev sahipliği yapıyor. İstanbul ikliminde yaşayabilen, nadir olanlar da dahil hemen her ağaçtan örnekler var Arboretum'da. Aslında İstanbul Üniversitesine ait olduğundan eğitim amaçlı, bilimsel bir yer olarak kullanılsa da halkın ziyaretine de açık.


Özellikle yılın bu zamanında kırmızılara, sarılara ve yeşillere bürünmüş yapraklarla bir renk patlaması gibi her tarafınızı saran ağaçlar, bir tablo gibi bütün duyularınızı şenlendiriyor. Binbir çeşit ağacın arasında dolaştıktan sonra göletin kenarında oturabilir, bütün gününüzü dinlenerek ya da kitap okuyarak geçirebilirsiniz. Göldeki nilüferlerin arasında gezinen ördekleri, kuğuları besleyip sessizliğin ve doğanın tadına varabilirsiniz.











Günümüzde bu türden bir yere gitmek ayrı bir öneme sahip. Maalesef bütün ağaçları, doğaya ait tüm güzellikleri yıkmaya meyilli herkes. Birileri burayı keşfedip de “Şurada bir AVM olsa gökdelenlerin arasından otoyollar geçse ne güzel olurdu!” demeden gidin görün burayı. Ağaçlar kesilmesin diye uğraşanların ne kadar haklı bir savaş verdiğini anlayacaksınız.






           


Kısacası, yanınıza sandwichinizi, arkadaşınızı, ailenizi, sevgilinizi, köpeğinizi, kitabınızı alın gidin, doğanın tadını çıkarın. Pişman olmazsınız.