30 Nisan 2013 Salı

bromantizm rüzgarları


Yoo hayır! Yazım hatası yapmış değilim, romantizm değil ‘bromantizm’.  Kelimeyi erkek romantizmi diye dümdüz çevirebiliriz. Fakat erkek romantizmi deyince aklınıza ‘romantizm’ ya da ‘homoerotizm’  gelmesin; çünkü böyle bir kelimenin ortaya çıkmasının başlıca nedeni, iki erkek arasındaki ilişkinin homoseksüel olan ilişkiden ayrı oluşunu vurgulamak zaten.

Kavramın kadınları içine almadan üretilmiş olması ise oldukça manidar. Kadının romantizmi denilince akla hep karşı cinsle arasındaki hüsumet gelecektir. Kadınların birbirleri için romantik arkadaşlık duyguları beslemesinin pek olası olmadığı bu terimi bulanlar tarafından da anlaşılmış olacak ki işi ‘bro’ seviyesinde bırakmışlar. Hem, aynı cinsten iki kişinin dostluğu söz konusu olacaksa, zaten iki kadının dostluğundan bahsetmek bile sakıncalıdır. Çünkü; iki kadın arasındaki dostluk hiçbir zaman saf olmayı başaramamıştır. Kadınlar, içten içe rekabetten ve kıskançlıktan (ya da daha yumuşakça söylersek özentilikten ya da imrenmeden) bağımsız bir arkadaşlık kurmayı beceremezler ya da ben becerenini görmedim…

İki erkeğin arasındaki sıkı arkadaşlık ilişkisi kadınlardaki gibi bir rekabet ortamına dönüşmez; erkeklerin bu taraklarda bezi yoktur çünkü. Birbirlerine gerçek anlamda ‘kankalık’ yaparlar. “Bu gömlek üstümde nasıl durdu abi?” sorusunun cevabı, cevap verenin gerçek görüşünü yansıtırken, “Ya tatlım ya bu gömlekle güzel olmuş muyuumm?” sorusunu cevaplayanın yalan söyleme olasılığı %90’dır.



Yine de, aynı cinsten iki kişinin dostluğuna bir ad konacak kadar vurgu yapılmasının altında yatan homofobiyi göz ardı etmemek gerek. Her ne kadar paylaşılan şey sadece kadınlar, arabalar ve spor olmadığı zaman bu arkadaşlık ilişkisi daha derin ve hatta duygusal olarak nitelendirilebilecek olsa da, bu türden bir dostluğun ‘bromance’ olarak adlandırılmadan, ötekileştirilmeden de kabul edilebiliniyor olması gerekir.

Bromantizmin örnekleri sanat, müzik ve sinema tarihinde aranırsa rahatlıkla bulunur elbet. Fakat çok gerilere gitmeden tarihin gelmiş geçmiş en büyük bromantiğini kolaylıkla teşhis edebiliriz; alkışlar Barney Stinson için!!! How I Met Your Mother’in ilişkiler konusunda duygusuz hatta pislik olarak bile adlandırabileceğimiz bir karakteri olan Barney, söz konusu arkadaşlık olunca romantiğin dibi, ay pardon, bromantiğin dibi oluverir. Marshall’a en iyi arkadaşım diyen Ted’ı her defasında düzeltir. Çünkü, her ikisinin de en iyi arkadaşı o olmak zorundadır. Birlikte geçirdikleri dakikaları “legendary” yaparak arkadaşlık ilişkilerini en üst seviyeye taşır; arkadaşları hayatlarının en unutulmaz dakikalarını onunla birlikte yaşamak zorunda, onu çok sevmek zorundadır.

legendary moments


ilk başta her şey çok güzeldi:)

Ayrıca bu hafta sonu üçüncüsü vizyona girecek olan Hangover da bromantik erkeklerin kankaları için neler yapabileceklerini göstererek, erkekler arasındaki arkadaşlık ilişkisinin en uç noktasından örnek veren sevdiğimiz filmlerden.
Bunlar tabi son model örnekler. 





Johnny Cash'den de dinlenilmesi tavsiye edilir


Biraz eskilere, lügatımızda da bu kelimenin olmadığı zamanlara gittiğimizde ‘bromantikler’in hasolarıyla karşılaşırız esas.  Tarihin en duygusal şarkılarının çoğu erkek kankalar için yazılmıştır. Mesela, Bonnie Prince Billy’nin “I see a darkness” parçası en iyi erkek dostluğu şarkısı seçilebilir, hakkıdır. 
uğruna şarkılar yazılan Syd abimiz
















Ayrıca, aşk acısı çekenleri ağlatmış, sümüklerini akıtmış “Wish you were here” aslında Roger Walters’ın Syd Barrett’a olan ‘geri dön!’ yakarışıdır. Rogerciim kankasını çok özler...

Yine de “olum acayip bi kelime öğrendim!” diyip de herkese “ay siz ne şeker bromantiklersiniz.” , “kanki sen de amma bromantiksin haa.” gibi çıkışlarda bulunmayın, kelime çok yeni, açıklayana kadar ağzınıza yumruğu yeme ihtimaliniz yüksek, benden söylemesi…


11 Nisan 2013 Perşembe

unkurabiyesi


Paris. Hayallerimin şehri. Her ne kadar Woody Allen bu durumla dalga geçse de içinde bulunmak istediğim, belle époque’un ev sahibi. Sokaklarında Hemingway’in, Picasso’nun dolaştığı sanat evi. Babam her konuştuğunda hayran kaldığım, sinsice dinlediğim dili konuşan insanların şehri. Ve ben nihayet bu şehirdeyim! Gidilecek tüm turistik mekanları bir bir  geziyorum, turistliğimin tadını çıkarıyorum.

Görülmesi gereken yerlerden biri de Notre Dame de Paris tabi. Artık insanlarla kanka olmuş güvercinlerle dolu avlusundan geçip az önce gezmiş olduğum, çantama da çaktırmadan 2 tanede mumunu attığım kiliseden rahat bir tavırla çıkıp (cehennemde yanıcam aga) Notre Dame’a bakan bir cafeye oturuyorum. İşte bu beklediğim an. Paris’e geleceğimi bildiğim için Fransızca derslerine başlamışdım. Daha 2. kurdaydım ama Allahtan alışveriş diyaloglarını işlemişiz, o da bana yeter. Sipariş vereceğim; o da bir alışveriş diyalogu sonuçta. İşte garson yaklaşıyor, ben cümlemi kafamda toparlıyorum. İlk defa Fransızca konuşucam. Kafamda cümleyi o kadar çok tekrarlıyorum ki yanlış yapma şansım yok! 

Garson geliyor: “Bonjour!”
Bir anda diyiveriyorum: “Bonjour. Je voudrais deux Cream-Caramel.”
Garson: “Excuse moi?”
Daha fazla Fransızca parçalamayayım diyip “Deux Cream-Caramel.” diyorum.
Garson kaşlarını çatmış, kafası hafif yukarda, dudaklarını büzmüş bana bakıyor. Ben de ona bakıyorum. Aradan yıllar geçmiş gibi oluyor ve garson dünyadaki tüm mutlulukları bünyesine almışcasına gülerek: “Ooh chhreem chahahağğaaameğöö!” diyor.
Aha aha haa. “Oui oui.”
Bu hayatta bi Fransız garson tarafından göt edilmemişliğim eksik kalmıştı onu da aradan çıkarmış oldum.
Yahu garson utanmadan beni, ‘bir turisti’ ezme cesaretini gösterebiliyor. Adam turiste doymuş! Dünyanın en afili dili adamın ana dili! Biz ve diğer tüm Fransız olmayanlar hayata yenik başlamışız bir kere.
Düşününce, sahiden, Fransız garson Edith Piaf’la aynı dili paylaşıyor. Belki Sartre’la aynı aksana sahip (bu ihtimal düşük tabii ama metaforlar yazıyı güçlendirir). İnsan ister istemez yurdum garsonunu düşünüyor. O garibimin turist azarlamak şöyle dursun turistle muhatap olacak dili bile yok. Onun aksanı ise Mahmut Tuncer’le aynı. O da garson, bizimki de garson. Üstelik Edith Piaf’da şarkıcı Mahmut Tuncer de. Sonra insanın kafası karışıyor. O şarkıcıysa öbürü ne? Öbürü şarkıcıysa o ne? İkisi de eşit derecede şarkıcı mı? Şarkıcı mı? O da ne? 




Böyle düşününce hayat zorlaşıyor tabi… Sonra insan kendini çok boktan bir karşılaştırma noktasında buluyor. Buna ‘O Öyleyse Bu Ne?’ hastalığı diyoruz. Özellikle ülkemizde bu hastalığa yakalanma ihtimalimiz çok yüksek. Çünkü her yerde uçurumlar var. En kötüsü ise bu soruyu kendine dönük sorunca oluyor. Mesela şimdi yaz geliyor. Kadınlar Karatay senin Dukan benim rejimin dibine vuruyorlar. Bunun temelinde de aynı pis hastalık yatıyor. Televizyonlarımıza bakıp kendimizi onlarla karşılaştırıyoruz. Sonra, ‘onlar’ kadınsa ‘biz’ un kurabiyesi oluveriyoruz.
Velhasıl,  dikkatli olun. Sakin ha yerinizi sorgulayayım demeyin. İnsanları, yaşadığınız hayatı hele haşaaa! sorgulamayın. Küçük dünyamızda hepimiz mutluyuz. Un kurabiyesi falan yok. Hepimiz Cream-Carameliz!