11 Nisan 2013 Perşembe

unkurabiyesi


Paris. Hayallerimin şehri. Her ne kadar Woody Allen bu durumla dalga geçse de içinde bulunmak istediğim, belle époque’un ev sahibi. Sokaklarında Hemingway’in, Picasso’nun dolaştığı sanat evi. Babam her konuştuğunda hayran kaldığım, sinsice dinlediğim dili konuşan insanların şehri. Ve ben nihayet bu şehirdeyim! Gidilecek tüm turistik mekanları bir bir  geziyorum, turistliğimin tadını çıkarıyorum.

Görülmesi gereken yerlerden biri de Notre Dame de Paris tabi. Artık insanlarla kanka olmuş güvercinlerle dolu avlusundan geçip az önce gezmiş olduğum, çantama da çaktırmadan 2 tanede mumunu attığım kiliseden rahat bir tavırla çıkıp (cehennemde yanıcam aga) Notre Dame’a bakan bir cafeye oturuyorum. İşte bu beklediğim an. Paris’e geleceğimi bildiğim için Fransızca derslerine başlamışdım. Daha 2. kurdaydım ama Allahtan alışveriş diyaloglarını işlemişiz, o da bana yeter. Sipariş vereceğim; o da bir alışveriş diyalogu sonuçta. İşte garson yaklaşıyor, ben cümlemi kafamda toparlıyorum. İlk defa Fransızca konuşucam. Kafamda cümleyi o kadar çok tekrarlıyorum ki yanlış yapma şansım yok! 

Garson geliyor: “Bonjour!”
Bir anda diyiveriyorum: “Bonjour. Je voudrais deux Cream-Caramel.”
Garson: “Excuse moi?”
Daha fazla Fransızca parçalamayayım diyip “Deux Cream-Caramel.” diyorum.
Garson kaşlarını çatmış, kafası hafif yukarda, dudaklarını büzmüş bana bakıyor. Ben de ona bakıyorum. Aradan yıllar geçmiş gibi oluyor ve garson dünyadaki tüm mutlulukları bünyesine almışcasına gülerek: “Ooh chhreem chahahağğaaameğöö!” diyor.
Aha aha haa. “Oui oui.”
Bu hayatta bi Fransız garson tarafından göt edilmemişliğim eksik kalmıştı onu da aradan çıkarmış oldum.
Yahu garson utanmadan beni, ‘bir turisti’ ezme cesaretini gösterebiliyor. Adam turiste doymuş! Dünyanın en afili dili adamın ana dili! Biz ve diğer tüm Fransız olmayanlar hayata yenik başlamışız bir kere.
Düşününce, sahiden, Fransız garson Edith Piaf’la aynı dili paylaşıyor. Belki Sartre’la aynı aksana sahip (bu ihtimal düşük tabii ama metaforlar yazıyı güçlendirir). İnsan ister istemez yurdum garsonunu düşünüyor. O garibimin turist azarlamak şöyle dursun turistle muhatap olacak dili bile yok. Onun aksanı ise Mahmut Tuncer’le aynı. O da garson, bizimki de garson. Üstelik Edith Piaf’da şarkıcı Mahmut Tuncer de. Sonra insanın kafası karışıyor. O şarkıcıysa öbürü ne? Öbürü şarkıcıysa o ne? İkisi de eşit derecede şarkıcı mı? Şarkıcı mı? O da ne? 




Böyle düşününce hayat zorlaşıyor tabi… Sonra insan kendini çok boktan bir karşılaştırma noktasında buluyor. Buna ‘O Öyleyse Bu Ne?’ hastalığı diyoruz. Özellikle ülkemizde bu hastalığa yakalanma ihtimalimiz çok yüksek. Çünkü her yerde uçurumlar var. En kötüsü ise bu soruyu kendine dönük sorunca oluyor. Mesela şimdi yaz geliyor. Kadınlar Karatay senin Dukan benim rejimin dibine vuruyorlar. Bunun temelinde de aynı pis hastalık yatıyor. Televizyonlarımıza bakıp kendimizi onlarla karşılaştırıyoruz. Sonra, ‘onlar’ kadınsa ‘biz’ un kurabiyesi oluveriyoruz.
Velhasıl,  dikkatli olun. Sakin ha yerinizi sorgulayayım demeyin. İnsanları, yaşadığınız hayatı hele haşaaa! sorgulamayın. Küçük dünyamızda hepimiz mutluyuz. Un kurabiyesi falan yok. Hepimiz Cream-Carameliz!






3 yorum:

  1. şoven fransızlar işte.
    edith piaf' ın karşısındaki bence hülya avşar olmalıydı.
    ama yazı süper olmuş

    YanıtlaSil
  2. ah şimdi paris'te olmak vardı!:) harika bir yazı canım:)

    YanıtlaSil