Son
iki haftadır, sadece özgürlüklerini istedikleri için sokağa dökülmüş halka,
-hatta ilk başta sadece ağaçların kesilmesini istemeyen bir halka-, uygulanan
orantısız şiddeti izliyoruz. Medya hiçbir şeyi olduğu gibi göstermiyor, ortada
bir sürü yalan dolan dönüyor ve bunları ifşa eden halk, gerçekleri söylediği
için çapulcu, dinsiz ve ahlaksız olmakla bizzat hükümet tarafından suçlanıyor.
Bu suçlamaların ‘uyandırdığı’ insan sayısı arttıkça şiddet de artıyor.
İnsanlar ellerinde silahla değil kitapla
direniyorlardı. Gezi parkı başbakanın vaat ettiği opera binasına ihtiyaç
duymadan, müziğin, dansın, sanatın ortaya çıkması için gerekli olan tek şeyin
bir araya gelmiş insan topluluğu olduğunu gösterdi; ve bu bir aradalığı
‘yeşil’in nasıl sağladığını. Yine de, ellerinde Türk bayrağı taşımaları suçlu
olmaları için yeterli olduğundan polis insanların üzerine salındı. Peki,
polisin böyle bir şey yapmaya hakkı var mı?
Şiddetin,
olağanüstü hallerde kullanılması yasal olan bir şeydir. Fakat, burada sorun
ortada olağanüstü bir hal olmaması. Şiddet
Üzerine adlı yazısında “…güç kötüye kullanılıp adil olmayan amaçlara hizmet
etmediği sürece kullanımı hiçbir sorun doğurmaz.” der Walter Benjamin. Gezi
Parkı direnişi söz konusu olduğunda uygulanan şiddetin adil olan hiçbir tarafı
yok! Çocuk, yaşlı, genç demeden gaz bombaları atan ve içlerine kimyasal
koyarak, özellikle hedef alarak tazyikli su sıkan bir polisin ve buna izin
veren hükümetin, uyumasına engel olduğu için sivrisineği ilaç sıkarak ve
vurarak öldürmeye çalışan, uykulu ve gözü dönmüş bir insandan farkı yok.
Üstelik anlayamadıkları en önemli şey ise, orantısız şiddetle insanların
durmayacağı ve daha fazla orantısız ‘zeka’ ile saldıracağı.
Michael Foucault,
Hapishanenin Doğuşu adlı kitabında Fransa’da
yapılan son halka açık infazdan bahseder. Kralı öldürmekle suçlu Damien korkunç
bir ölüme mahkum edilir. Foucault, bundan sonra suçlu infazının işkenceyle dolu
bir şekilde, üstelik halka açık olarak yapılmasının son bulmasının nedenini,
seyirlik bir unsur haline gelmiş olan cezanın artık devlet için olumsuz bir
gösterge haline gelmesi olarak ortaya koyar. Devlet, şiddet kullanmalıdır.
Sonuçta kaçan bir hırsızı vuran polis de şiddet uygulamıştır ama hukukun
korunması çerçevesinde bu şiddet haklı görülür. (Benjamin’in haklı gördüğü
şiddet de bu türdendir.) Polisin de askerin de varlığının nedeni budur; hukuku,
yasaları ve düzeni korumak, gerekirse şiddet uygulamak. Bu doğrultuda polisin
de askerin de halktan taraf olmadığı söylenebilir, sonuçta amaç hep yasayı
korumaktır. Fakat, ortada bir yasa yoksa,’hukuk’çular yaka paça göz altına
alınıyorsa, bir başbakan kendi canının istediği olmadı diye sinirden
köpürüyorsa ortada korunacak ne hukuk vardır ne de devlet. Şiddetle korunmaya
sağlanan şey sade diktatörlüktür.
Damien’le
son bulan hakla açık infaza dönersek, bu infaz son olmuştur; çünkü ceza vahşilik bakımından suçu aşıyorsa cellat
caniye, yargıç katile, suçlu da kurbana döner. Hele ki şiddet ortada suçlu
yokken yapılıyorsa, zaten ‘kurban’ olan hepten kurban oluverir. Yalan haber
yapmakla suçladığı dış medya aslında doğruları söylediğinden, aklı başında
gençler bizzat geziye gidip yapılanları yaşadığından ve gerçekleri yaydığından
kimin cani kimin katil olduğu ortada. Diyeceğim şu ki; uygulanan bu şiddetle caniler
belli oldu. Diz çöktürülmüş gözleri bağlı halk ise artık ‘kurban’ olmadığını
gösterdi.