17 Haziran 2013 Pazartesi

ş(h)iddet

Son iki haftadır, sadece özgürlüklerini istedikleri için sokağa dökülmüş halka, -hatta ilk başta sadece ağaçların kesilmesini istemeyen bir halka-, uygulanan orantısız şiddeti izliyoruz. Medya hiçbir şeyi olduğu gibi göstermiyor, ortada bir sürü yalan dolan dönüyor ve bunları ifşa eden halk, gerçekleri söylediği için çapulcu, dinsiz ve ahlaksız olmakla bizzat hükümet tarafından suçlanıyor. Bu suçlamaların ‘uyandırdığı’ insan sayısı arttıkça şiddet de artıyor.
 İnsanlar ellerinde silahla değil kitapla direniyorlardı. Gezi parkı başbakanın vaat ettiği opera binasına ihtiyaç duymadan, müziğin, dansın, sanatın ortaya çıkması için gerekli olan tek şeyin bir araya gelmiş insan topluluğu olduğunu gösterdi; ve bu bir aradalığı ‘yeşil’in nasıl sağladığını. Yine de, ellerinde Türk bayrağı taşımaları suçlu olmaları için yeterli olduğundan polis insanların üzerine salındı. Peki, polisin böyle bir şey yapmaya hakkı var mı?



Şiddetin, olağanüstü hallerde kullanılması yasal olan bir şeydir. Fakat, burada sorun ortada olağanüstü bir hal olmaması. Şiddet Üzerine adlı yazısında “…güç kötüye kullanılıp adil olmayan amaçlara hizmet etmediği sürece kullanımı hiçbir sorun doğurmaz.” der Walter Benjamin. Gezi Parkı direnişi söz konusu olduğunda uygulanan şiddetin adil olan hiçbir tarafı yok! Çocuk, yaşlı, genç demeden gaz bombaları atan ve içlerine kimyasal koyarak, özellikle hedef alarak tazyikli su sıkan bir polisin ve buna izin veren hükümetin, uyumasına engel olduğu için sivrisineği ilaç sıkarak ve vurarak öldürmeye çalışan, uykulu ve gözü dönmüş bir insandan farkı yok. Üstelik anlayamadıkları en önemli şey ise, orantısız şiddetle insanların durmayacağı ve daha fazla orantısız ‘zeka’ ile saldıracağı.
Michael Foucault, Hapishanenin Doğuşu adlı kitabında Fransa’da yapılan son halka açık infazdan bahseder. Kralı öldürmekle suçlu Damien korkunç bir ölüme mahkum edilir. Foucault, bundan sonra suçlu infazının işkenceyle dolu bir şekilde, üstelik halka açık olarak yapılmasının son bulmasının nedenini, seyirlik bir unsur haline gelmiş olan cezanın artık devlet için olumsuz bir gösterge haline gelmesi olarak ortaya koyar. Devlet, şiddet kullanmalıdır. Sonuçta kaçan bir hırsızı vuran polis de şiddet uygulamıştır ama hukukun korunması çerçevesinde bu şiddet haklı görülür. (Benjamin’in haklı gördüğü şiddet de bu türdendir.) Polisin de askerin de varlığının nedeni budur; hukuku, yasaları ve düzeni korumak, gerekirse şiddet uygulamak. Bu doğrultuda polisin de askerin de halktan taraf olmadığı söylenebilir, sonuçta amaç hep yasayı korumaktır. Fakat, ortada bir yasa yoksa,’hukuk’çular yaka paça göz altına alınıyorsa, bir başbakan kendi canının istediği olmadı diye sinirden köpürüyorsa ortada korunacak ne hukuk vardır ne de devlet. Şiddetle korunmaya sağlanan şey sade diktatörlüktür.




Damien’le son bulan hakla açık infaza dönersek, bu infaz son olmuştur; çünkü ceza  vahşilik bakımından suçu aşıyorsa cellat caniye, yargıç katile, suçlu da kurbana döner. Hele ki şiddet ortada suçlu yokken yapılıyorsa, zaten ‘kurban’ olan hepten kurban oluverir. Yalan haber yapmakla suçladığı dış medya aslında doğruları söylediğinden, aklı başında gençler bizzat geziye gidip yapılanları yaşadığından ve gerçekleri yaydığından kimin cani kimin katil olduğu ortada. Diyeceğim şu ki; uygulanan bu şiddetle caniler belli oldu. Diz çöktürülmüş gözleri bağlı halk ise artık ‘kurban’ olmadığını gösterdi. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder