14 Şubat 2013 Perşembe

"Senden hoşlanmadığım zamanlar da bile seni seviyorum."*


Bugün 14 şubat, sevgililer günü. “Yok efendim hep kapitalizmin oyunları bunlar, aman da hep gavurların icadıymış bunu ne kutlucakmışız.” gibi geyiklere girmeyeceyim. Bana sorarsanız sevgililer günü kışa denk geldiği için zaten kutlanmaması gereken bir şey. Tamam o gün yemek yapmayın mesela gidip dışarıda yemek yiyin. Ama sonra sıcacık evinize gidin. Hava soğuk ne de olsa. İlla kutlicaksanız da  işe yarar bir şeyler yaparak kutlayın. Güzel bir film seyredin. “Amaaan abuk subuk aşk filmimi seyredicem yani…” diyorsanız da size abuk subuk olmayan, en harika aşk filmini önericeyim. Bu harika durum komedisinin adı Barefoot in the Park.





Film aslında  Neil Simon’un tiyatro oyunundan uyarlama. Başrollerinde ise bence Brad Pitt’e takla attıracak yakışıklılıktaki Robert Redford ile güzel mi güzel Jane Fonda var. Şimdi ikisi de hoşaf oldular tabi ama filmi izlerken hoşaf hallerini düşünmeyelim.
Film, “ay 14 şubat geldi! Hadi birbirimize güller alıp öpüşelim. Aşk böyle bişi çünkü..” sığlığından çok uzak. Bu bakımdan, iki farklı insanın deli gibi aşık olup bir araya geldiklerinde bir anda hayatlarının çiçekler ve kelebeklerle donanmayacağını yüzünüze vurmakta.
Corie ve Paul Plaza Hotel’de geçirdikleri harika 6 günün sonunda evleniverirler. Birbirlerine deli gibi aşık olmuşlardır. Paul başarılı bir avukat olmak isteyen, düzenli titiz ve ciddi bir adamken, Corie heyecan dolu, her şeyden zevk alan, sosyal ilişkileri kuvvetli bir kadındır. Birbirlerini  ne kadar sevseler de taban tabana zıttırlar ve bu evliliklerini sarsmaya başlar.
Filmi izlerken tiyatro havasını yakalıyabiliyor olmak insana ayrı bir keyif veriyor. Ayrıca filmdeki espiriler gerizekalı ergen filmleri gibi sadece seks üzerine değil, çok ince ve akıllıca bu yüzden insanı daha bir içten güldürüyor.



Bence bugün bu film mutlaka izleyin; çünkü size gösterecek ki iki insanın birlikte olması, birlikte bir yaşam paylaşması çok kolay bir şey değil. “Ühü hühü sevgilim yok çok yalnızım, Beyaz atlı prensim, uzun saçlı Rapunsel’im olsa her şey ne kadan güzel olurdu” diye saf saf hayaller kurmadan önce böyle ‘gerçek’ bir ilişkiye hazır mısınız ilk önce bir onu düşünün. Filmi de izliyince anlıcaksınız ki bu türden ‘gerçek’ sevgiye sahip olan iki insanın sevgilerini yaşamak için 14 şubat gibi bir güne hiç ihtiyaçları olmaz. (Not:kapitalizmin oyununa gelmezlerJ)
*Paul'un filmden bir repliği.

6 Şubat 2013 Çarşamba

tostun içinde sucuk var mı?


“Tostun içinde sucuk var mı?”
Kasiyer; ‘hı.’ Dedi.
“Peki markası ne?”
Kasiyer omuz silkti.
“Bi sorabilir misiniz markasını.”
Kasiyer muhatap olmadı.
“Sucuğun markası diyorum?”
Kasiyer arkaya gitti. Sonra döndü ve
‘bilmiyorum.’ dedi.
“Sen benimle dalga mı geçiyorsun?”
Kasiyer mal mal baktı.
Şimdi iyice sinirlenmişti: ‘salaksın herhalde sen!’ diye çıkıştı.
 Arkadan hemen bir görevli geldi. Ne olduğunu sorup
durumu öğrenince: ‘Efem kusura bakmayın yeni aldık da arkadaşı. Biraz şey kendisi.’ Bunu kaşlarını kaldırıp gözlerini pörtleterek söylemişti.

   İçinde derinlerde nefret bir dalga gibi fokurdadı; “BİRAZ ŞEYSE ALMAYIN O ZAMAN İŞE!”
Arkadaşı onu sakinleştirdi. Sonra hafif sırıtarak; “Neden herkesten bu kadar nefret ediyorsun, nefretçi. Hahahaha”
“Bilmiyorum.” diyebildi. Ama kafasının içinde soruya verdiği gerçek cevap yankılanıyordu; “Çünkü onların hepsi basit bir soruya cevap veremeyen insan müsveddeleri, beceriksiz ve sefil yaratıklar. Okumayanlar. Okusa da anlamayanlar, aptallar, fasitler, ırkçılar, eğlenmesini bilmeyenler, sanattan anlamayanlar, bok gibi para kazananlar ve hayattan bihaberler, merhaba demekten bile acizler.”
“Boşver.. Kız biraz şeymiş işte. Hem yeni başlamış işe panik yapmıştır.” dedi arkadaşı.
“Biliyorum” dedi. Ama zaten sorun kız değildi. Sorun metroya binerken ona omuz atan adamdı, otobüste yer kapmak için ayağına basan kadındı, alt katta tadilat yapma adı altında evi yıkan yeni evli çiftti, kahvesini soğuk, kolasını sıcak getiren garsondu, yaya geçidinde durmak bir yana gaza basan taksiciydi. Sorun hepsiydi, herkesti. Fakat, ‘herkes’ bir arada yaşamak zorundaydı. Hep birlikte yaşamalılardı. Dip dibe, üst üste. Bunları düşünmemeliydi, düşünürse düşerdi. O yüzden düşünmeyi bıraktı, tostunu yedi. Kim bilir içinde hangi marka sucuk vardı…