22 Ekim 2013 Salı

Bir Parça Doğa

İstanbul’un kaosu içinde biraz olsun huzur ister misiniz? O zaman size harika bir yer önereceğim; Atatürk  Arboretumu. Gerçek anlamda huzur veren bir yer olduğu için pek tabi şehrin merkezinden uzak, hatta oldukça uzak. Ama, gideceğiniz uzun yola değecek bir yer.




Belgrad Ormanın güneydoğusunda, 345 hektarlık bir alan kurulmuş olan bu canlı bitki müzesi 1500’ü aşkın bitki türüne ev sahipliği yapıyor. İstanbul ikliminde yaşayabilen, nadir olanlar da dahil hemen her ağaçtan örnekler var Arboretum'da. Aslında İstanbul Üniversitesine ait olduğundan eğitim amaçlı, bilimsel bir yer olarak kullanılsa da halkın ziyaretine de açık.


Özellikle yılın bu zamanında kırmızılara, sarılara ve yeşillere bürünmüş yapraklarla bir renk patlaması gibi her tarafınızı saran ağaçlar, bir tablo gibi bütün duyularınızı şenlendiriyor. Binbir çeşit ağacın arasında dolaştıktan sonra göletin kenarında oturabilir, bütün gününüzü dinlenerek ya da kitap okuyarak geçirebilirsiniz. Göldeki nilüferlerin arasında gezinen ördekleri, kuğuları besleyip sessizliğin ve doğanın tadına varabilirsiniz.











Günümüzde bu türden bir yere gitmek ayrı bir öneme sahip. Maalesef bütün ağaçları, doğaya ait tüm güzellikleri yıkmaya meyilli herkes. Birileri burayı keşfedip de “Şurada bir AVM olsa gökdelenlerin arasından otoyollar geçse ne güzel olurdu!” demeden gidin görün burayı. Ağaçlar kesilmesin diye uğraşanların ne kadar haklı bir savaş verdiğini anlayacaksınız.






           


Kısacası, yanınıza sandwichinizi, arkadaşınızı, ailenizi, sevgilinizi, köpeğinizi, kitabınızı alın gidin, doğanın tadını çıkarın. Pişman olmazsınız.


2 Ekim 2013 Çarşamba

Anne Ben Faşist Miyim?*

“Dünyadaki her bir vilayet bulundukları yerde geçim sağlayamayan veya başka bir yere taşınamayan sakinlerle dolup taştığında… dünya kendini temizleyecek.”
                                                                                                             Machiavelli

Şöyle bir etrafınıza bakın. Metroya binerken, yolda yürürken, vapura inip bindiğinizde. Etrafınızda ne görüyorsunuz? Hissettiğiniz şey ne? Şahsen benim etrafımda gördüğüm tek şey ‘insan’ hissettiğim şeyse sıkışıklık, yarış hali, klostrofobi… çok fazlayız, çok kalabalığız ve söz konusu Türkiye olduğundaysa çok fazlasıyla saygısızız.





Nüfusumuz patlamış durumda. Akşam 6’dan itibaren taksi bulmanız mümkün değil. Oturup bir kahve içeyim desen hiçbir kafede yer yok. İş saatlerinde herkes özel aracında ‘tek başına’ oturup sonra da ne kadar trafik var diye kafayı yemekte. Metroda sarı çizgiyi geçmeden beklemek mümkün değil; çünkü daha yolcular inmeden binmeye çalışanlar sürekli bir omuz atma halinde. Sizi bilmem ama ben bazen nefes alamıyorum.



   Bestsellerların kralı, yazın kitap çıkarsa da sahilde okusak diye beklediğimiz Dan Brown’ın son romanı işte bu sebeple ilgimi fazlasıyla çekti. Kitap klasik bir bestseller olmasına rağmen bu sefer ciddi bir konu olan nüfus patlamasına el atmıştı ve insanın aklına etik bir problem sokuyordu; “İnsanlığın geleceği için insanlığa yapılacak herhangi bir müdahale ne kadar doğru olacaktır?"


Kitapta, insanların kontrolsüz bir şekilde üremeye devam ederse neler olabileceğine dair çok güzel bir açıklama var: “Bir türün, yaşadığı ortamda aşırı çoğalarak yok olması normaldir. Ormandaki minik bir göl üzerinde yaşayan yosun kolonisini düşün, gölün mükemmel dengedeki besin maddelerinin keyfini çıkarır. Kontrol edilmezse öyle hızlı yayılır ki, bir anda gölün tüm yüzeyini sararak güneşi engeller ve bu yüzden göldeki besin maddelerinin yetişmesini önler. Çevredeki mümkün olan her şeyi tüketen yosun hemen ölür ve geride hiçbir iz bırakmadan yok olur. (…) Benzer bir kader, insan türünü de bekliyor olabilir. Tahmin edebileceğimizden çok daha yakın ve hızlı.”



Niccolo Machiavelli

En tepedeki alıntı ise Machiavelli’den. Machiavelli’nin ‘kendini temizleyen dünya’dan kastı salgın hastalıklar. Nüfusu kendine dert edenler için de bu salgın hastalık olayı oldukça önemli. Çünkü istatistiksel olarak bakıldığında, salgın hastalıkların ya da büyük felaketlerin hep nüfusun fazla olduğu dönemlere denk geldiği görülüyor.


Kitabın transhümanist kötü adamı (gerçekten kötü mü acaba?) da kendine bunu dert eder. İstatistikçiler ve biyologlara göre insanlığın uzun süre ayakta kalmasını mümkün kılacak nüfus oranı 4 milyardır. Fakat şu anda 7 milyar insana ev sahipliği yapan dünyaya bakınca kötü adamımız karalar bağlar. Buna bir çözüm bulmak lazımdır. O da, doğa ananın en sevdiği yolu seçer; salgın. Dahi bilim adamının yarattığı salgın veba gibi herkesi kırıp geçecek bir salgın değildir. Aşırı üremeyi dengelemek için özel olarak tasarlanmış bir kısırlık virüsüdür. Herkese değil, sadece belirli oranda bireye yerleşecek olan bu virüs sayesinde insanlar kontrolsüzce üreyemeyecek ve doğal olarak nüfusumuz düşecektir.




Ne yalan söyleyeyim, bu bana bir an harika bir fikir gibi geldi. Dünya sadece büyük şehirlerden ibaret değil. Eğitimsiz ve dünyanın ücra köşelerinde yaşayan insanlara ne kadar didinsek de korunmanın önemini ve yöntemlerini öğretemeyeceğiz. Buna kültür, inanç, siyaset gibi etkenleri eklediğimizde aslında nüfusu kontrol etme güçlüğü tüm insanlık için geçerli oluveriyor. Dolayısıyla, bu virüs nüfus problemini çözebilecek en iyi yöntem olabilir gibi. 

İşte kendimi tüm bunları düşünürken buldum. 

Etik açıdan bakıldığında yanlış bir şey gibi gözükse de bilimsel olarak düşünüldüğünde mantıklı gelen bir çözüm. Sonuçta kimse ölmüyor, sadece çocuk yapma hakları onlara sorulmadan ellerinden alınıyor- ki bu da bir insanlık suçu değil mi? İnsanlardan, onların her yerde olmasından bu kadar nefret ederken, benim de onlardan biri olduğumu nasıl da hemen unutuyorum? Fakat yine de, insanlığın selameti için yine insanları ödün vermesi gerekmez mi?

Neyse, kafam çok karıştı. Ne düşüneceğimi neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemedim. Sonra da durup bir düşündüm; acaba ben faşist miyim?

*Bu yılki Bienal'a sevgilerle:)


5 Temmuz 2013 Cuma

Bu COOL-lar Artık Çok Banal


Türkçeye tam anlamıyla çevirilemese de cool kelimesi yıllardır günlük hayatımızın bir parçası. İlla anlam arayacağız derseniz argo sözlüklerdeki birkaç tanımını vereyim: tasasız, rahat, popüler, moda olan falan filan… Ama tüm bu terimler yalan. Cool’a atfettiğimiz onca tanım, aslında onun ortaya çıktığı sırada sahip olduğu özelliklerden oldukça farklı. Günümüzde cool olmak moda olanı giymek, dinlemek, ‘çok da umrumdaydı!’ bakışları atmak, böyle bir umursamamazlık hali gibi algılanıyor. Ünlü bloggerlar, havalı şarkıcılar ve gösterişli modeller, dinledikleri müzikle, giydikleri kıyafetlerle bize bir Cool’luk dikte ediyorlar. Biz de onlar gibi yapınca çok Cool olduk sanıp mutlu oluyoruz. Fakat Cool takınmaya çalışan sevgili arkadaşlar, o öyle bir şey değil ve kalıbımı basarım ki her gün en az iki kere bu kelimeyi kullanan insanların %90’ı cool fenomeninin ortaya çıkışının caz’la ilgili olduğunu bilmiyordur.


Neil Young ve saksafonu cool tutuşu



Cool kavramı ortaya çıkışını caz sanatçısı Lester Young’a borçlu. Cool stilinin kaynağı bu abimizin hali tavrı, hatta aslında parasızlıktan değiştiremediği eski püskü takımı. Cool’un tanrısı cazcı olunca, cazcıların karakter, tavır ve algılama şekillerini ifade etmeye yarayan Cool sözcüğü başlarda sadece caz çevrelerince kullanılmış. Cool’un bir hayat tarzına dönüşmesi ise II. Dünya Savaş’ından sonra oldu. Savaş sonrası Amerikan konformizmini ve kapitalizmini protesto eden gençler ironiye ve vurdum duymazlığa yöneldiler, kendi hayatlarının kontrolünü ellerine alıp dayatılan her şeye başkaldırdılar. Bu başkaldırıdaki en önemli Cool’larsa ilerde Çiçek Çocukları olacakları mest eden Asi Genç (Rebel Without a Cause) James Dean ile daktilonun harika çocuğu Jack Kerouac (On the Road).

James Dean ve Jack Kerouac kulaklarından bile karizma akarken


Sadece sinema yıldızları, yazarlar Cool’luğun göstergeleri değildi; çizgifilm karakterleri bile cool özelliklerle donatılmıştı; -Bugs Bunny’nin cool olmadığını iddia eden yoktur herhalde aramızda. Daha sonra Beatles’lar Mick Jagger’lar Patti Smith’ler müzikte Cool’luğun kitabını yazdılar.

jagger'ın move'ları..
Patti her zaman bebeyimsin..öptüm.

Gelgelelim, bu ‘gerçek’ Coollar artık aramızda yoklar. Şu anda kendilerini öyle sananlarsa sadece satış politikası kurbanı olan, kendilerine sunulan popüler kimlikleri giyip ortada salınan tipler. Bu durumun tek suçlusu ise Michael Jordan! Evet bildiğimiz Jordan, 23 numara basketçi… The Birth and the Death of the Cool kitabının yazarı Ted Gioia’ya göre, Nike, NBA yıldızının ayakkabılarını Air Jordan yapıp satmaya başladığı an, işte o an biz Cool’luğu kaybettik… Gioia’ya göre Nike ve Jordan’ın anlaşması Cool’luğun metalaşmasının ilk örneği. Jordan hayranlarının sahip olmak için kendini paraladığı ayakkabılarla beraber, Cool pazarlama literatürünün vazgeçilmez bir kelimesi oluveriyor. Böylece 90’larla beraber içi boşalan kelime artık arzu edilen ürünleri tanımlamak için kullanılıyor.

Bugs Bunny'yi de sen bitirdin!

Sonuç olarak, eski Cool’lardan kimse kalmadı azizim! Anca biz post-cool jenerasyon çocukları ‘ay bunlar çok banal” diye isyan edip yeni bir stil ortaya çıkarırsak, kendi gerçek fenomenimizi yaratır, kim bilir belki de über-cool oluruz:)

17 Haziran 2013 Pazartesi

ş(h)iddet

Son iki haftadır, sadece özgürlüklerini istedikleri için sokağa dökülmüş halka, -hatta ilk başta sadece ağaçların kesilmesini istemeyen bir halka-, uygulanan orantısız şiddeti izliyoruz. Medya hiçbir şeyi olduğu gibi göstermiyor, ortada bir sürü yalan dolan dönüyor ve bunları ifşa eden halk, gerçekleri söylediği için çapulcu, dinsiz ve ahlaksız olmakla bizzat hükümet tarafından suçlanıyor. Bu suçlamaların ‘uyandırdığı’ insan sayısı arttıkça şiddet de artıyor.
 İnsanlar ellerinde silahla değil kitapla direniyorlardı. Gezi parkı başbakanın vaat ettiği opera binasına ihtiyaç duymadan, müziğin, dansın, sanatın ortaya çıkması için gerekli olan tek şeyin bir araya gelmiş insan topluluğu olduğunu gösterdi; ve bu bir aradalığı ‘yeşil’in nasıl sağladığını. Yine de, ellerinde Türk bayrağı taşımaları suçlu olmaları için yeterli olduğundan polis insanların üzerine salındı. Peki, polisin böyle bir şey yapmaya hakkı var mı?



Şiddetin, olağanüstü hallerde kullanılması yasal olan bir şeydir. Fakat, burada sorun ortada olağanüstü bir hal olmaması. Şiddet Üzerine adlı yazısında “…güç kötüye kullanılıp adil olmayan amaçlara hizmet etmediği sürece kullanımı hiçbir sorun doğurmaz.” der Walter Benjamin. Gezi Parkı direnişi söz konusu olduğunda uygulanan şiddetin adil olan hiçbir tarafı yok! Çocuk, yaşlı, genç demeden gaz bombaları atan ve içlerine kimyasal koyarak, özellikle hedef alarak tazyikli su sıkan bir polisin ve buna izin veren hükümetin, uyumasına engel olduğu için sivrisineği ilaç sıkarak ve vurarak öldürmeye çalışan, uykulu ve gözü dönmüş bir insandan farkı yok. Üstelik anlayamadıkları en önemli şey ise, orantısız şiddetle insanların durmayacağı ve daha fazla orantısız ‘zeka’ ile saldıracağı.
Michael Foucault, Hapishanenin Doğuşu adlı kitabında Fransa’da yapılan son halka açık infazdan bahseder. Kralı öldürmekle suçlu Damien korkunç bir ölüme mahkum edilir. Foucault, bundan sonra suçlu infazının işkenceyle dolu bir şekilde, üstelik halka açık olarak yapılmasının son bulmasının nedenini, seyirlik bir unsur haline gelmiş olan cezanın artık devlet için olumsuz bir gösterge haline gelmesi olarak ortaya koyar. Devlet, şiddet kullanmalıdır. Sonuçta kaçan bir hırsızı vuran polis de şiddet uygulamıştır ama hukukun korunması çerçevesinde bu şiddet haklı görülür. (Benjamin’in haklı gördüğü şiddet de bu türdendir.) Polisin de askerin de varlığının nedeni budur; hukuku, yasaları ve düzeni korumak, gerekirse şiddet uygulamak. Bu doğrultuda polisin de askerin de halktan taraf olmadığı söylenebilir, sonuçta amaç hep yasayı korumaktır. Fakat, ortada bir yasa yoksa,’hukuk’çular yaka paça göz altına alınıyorsa, bir başbakan kendi canının istediği olmadı diye sinirden köpürüyorsa ortada korunacak ne hukuk vardır ne de devlet. Şiddetle korunmaya sağlanan şey sade diktatörlüktür.




Damien’le son bulan hakla açık infaza dönersek, bu infaz son olmuştur; çünkü ceza  vahşilik bakımından suçu aşıyorsa cellat caniye, yargıç katile, suçlu da kurbana döner. Hele ki şiddet ortada suçlu yokken yapılıyorsa, zaten ‘kurban’ olan hepten kurban oluverir. Yalan haber yapmakla suçladığı dış medya aslında doğruları söylediğinden, aklı başında gençler bizzat geziye gidip yapılanları yaşadığından ve gerçekleri yaydığından kimin cani kimin katil olduğu ortada. Diyeceğim şu ki; uygulanan bu şiddetle caniler belli oldu. Diz çöktürülmüş gözleri bağlı halk ise artık ‘kurban’ olmadığını gösterdi. 


1 Haziran 2013 Cumartesi

UYANIŞ







"Gezi parkı" eyleminin temel sebebi ağaçlardı; ama eylemin büyüyüp yayılmasının nedeni bambaşka. Bu, insanın temel hak ve özgürlükleri için yapılan bir ayaklanma. Bu ayaklanmaya karşı uygulanan 'orantısız' güç ise özgürlüğü engelleme ve yok etme girişimidir, totaliter rejimi olumlamaktır. Fakat unuttukları bir şey var; beslenilen öfke ve uygulanana canice saldırılar sadece halkı daha çok birbirine kenetleyecektir.
O yüzden saldırmaya devam edin! Halkını karşısına alan KİMYASAL İKTİDAR, kendi gazında boğulacaktır!





30 Nisan 2013 Salı

bromantizm rüzgarları


Yoo hayır! Yazım hatası yapmış değilim, romantizm değil ‘bromantizm’.  Kelimeyi erkek romantizmi diye dümdüz çevirebiliriz. Fakat erkek romantizmi deyince aklınıza ‘romantizm’ ya da ‘homoerotizm’  gelmesin; çünkü böyle bir kelimenin ortaya çıkmasının başlıca nedeni, iki erkek arasındaki ilişkinin homoseksüel olan ilişkiden ayrı oluşunu vurgulamak zaten.

Kavramın kadınları içine almadan üretilmiş olması ise oldukça manidar. Kadının romantizmi denilince akla hep karşı cinsle arasındaki hüsumet gelecektir. Kadınların birbirleri için romantik arkadaşlık duyguları beslemesinin pek olası olmadığı bu terimi bulanlar tarafından da anlaşılmış olacak ki işi ‘bro’ seviyesinde bırakmışlar. Hem, aynı cinsten iki kişinin dostluğu söz konusu olacaksa, zaten iki kadının dostluğundan bahsetmek bile sakıncalıdır. Çünkü; iki kadın arasındaki dostluk hiçbir zaman saf olmayı başaramamıştır. Kadınlar, içten içe rekabetten ve kıskançlıktan (ya da daha yumuşakça söylersek özentilikten ya da imrenmeden) bağımsız bir arkadaşlık kurmayı beceremezler ya da ben becerenini görmedim…

İki erkeğin arasındaki sıkı arkadaşlık ilişkisi kadınlardaki gibi bir rekabet ortamına dönüşmez; erkeklerin bu taraklarda bezi yoktur çünkü. Birbirlerine gerçek anlamda ‘kankalık’ yaparlar. “Bu gömlek üstümde nasıl durdu abi?” sorusunun cevabı, cevap verenin gerçek görüşünü yansıtırken, “Ya tatlım ya bu gömlekle güzel olmuş muyuumm?” sorusunu cevaplayanın yalan söyleme olasılığı %90’dır.



Yine de, aynı cinsten iki kişinin dostluğuna bir ad konacak kadar vurgu yapılmasının altında yatan homofobiyi göz ardı etmemek gerek. Her ne kadar paylaşılan şey sadece kadınlar, arabalar ve spor olmadığı zaman bu arkadaşlık ilişkisi daha derin ve hatta duygusal olarak nitelendirilebilecek olsa da, bu türden bir dostluğun ‘bromance’ olarak adlandırılmadan, ötekileştirilmeden de kabul edilebiliniyor olması gerekir.

Bromantizmin örnekleri sanat, müzik ve sinema tarihinde aranırsa rahatlıkla bulunur elbet. Fakat çok gerilere gitmeden tarihin gelmiş geçmiş en büyük bromantiğini kolaylıkla teşhis edebiliriz; alkışlar Barney Stinson için!!! How I Met Your Mother’in ilişkiler konusunda duygusuz hatta pislik olarak bile adlandırabileceğimiz bir karakteri olan Barney, söz konusu arkadaşlık olunca romantiğin dibi, ay pardon, bromantiğin dibi oluverir. Marshall’a en iyi arkadaşım diyen Ted’ı her defasında düzeltir. Çünkü, her ikisinin de en iyi arkadaşı o olmak zorundadır. Birlikte geçirdikleri dakikaları “legendary” yaparak arkadaşlık ilişkilerini en üst seviyeye taşır; arkadaşları hayatlarının en unutulmaz dakikalarını onunla birlikte yaşamak zorunda, onu çok sevmek zorundadır.

legendary moments


ilk başta her şey çok güzeldi:)

Ayrıca bu hafta sonu üçüncüsü vizyona girecek olan Hangover da bromantik erkeklerin kankaları için neler yapabileceklerini göstererek, erkekler arasındaki arkadaşlık ilişkisinin en uç noktasından örnek veren sevdiğimiz filmlerden.
Bunlar tabi son model örnekler. 





Johnny Cash'den de dinlenilmesi tavsiye edilir


Biraz eskilere, lügatımızda da bu kelimenin olmadığı zamanlara gittiğimizde ‘bromantikler’in hasolarıyla karşılaşırız esas.  Tarihin en duygusal şarkılarının çoğu erkek kankalar için yazılmıştır. Mesela, Bonnie Prince Billy’nin “I see a darkness” parçası en iyi erkek dostluğu şarkısı seçilebilir, hakkıdır. 
uğruna şarkılar yazılan Syd abimiz
















Ayrıca, aşk acısı çekenleri ağlatmış, sümüklerini akıtmış “Wish you were here” aslında Roger Walters’ın Syd Barrett’a olan ‘geri dön!’ yakarışıdır. Rogerciim kankasını çok özler...

Yine de “olum acayip bi kelime öğrendim!” diyip de herkese “ay siz ne şeker bromantiklersiniz.” , “kanki sen de amma bromantiksin haa.” gibi çıkışlarda bulunmayın, kelime çok yeni, açıklayana kadar ağzınıza yumruğu yeme ihtimaliniz yüksek, benden söylemesi…


11 Nisan 2013 Perşembe

unkurabiyesi


Paris. Hayallerimin şehri. Her ne kadar Woody Allen bu durumla dalga geçse de içinde bulunmak istediğim, belle époque’un ev sahibi. Sokaklarında Hemingway’in, Picasso’nun dolaştığı sanat evi. Babam her konuştuğunda hayran kaldığım, sinsice dinlediğim dili konuşan insanların şehri. Ve ben nihayet bu şehirdeyim! Gidilecek tüm turistik mekanları bir bir  geziyorum, turistliğimin tadını çıkarıyorum.

Görülmesi gereken yerlerden biri de Notre Dame de Paris tabi. Artık insanlarla kanka olmuş güvercinlerle dolu avlusundan geçip az önce gezmiş olduğum, çantama da çaktırmadan 2 tanede mumunu attığım kiliseden rahat bir tavırla çıkıp (cehennemde yanıcam aga) Notre Dame’a bakan bir cafeye oturuyorum. İşte bu beklediğim an. Paris’e geleceğimi bildiğim için Fransızca derslerine başlamışdım. Daha 2. kurdaydım ama Allahtan alışveriş diyaloglarını işlemişiz, o da bana yeter. Sipariş vereceğim; o da bir alışveriş diyalogu sonuçta. İşte garson yaklaşıyor, ben cümlemi kafamda toparlıyorum. İlk defa Fransızca konuşucam. Kafamda cümleyi o kadar çok tekrarlıyorum ki yanlış yapma şansım yok! 

Garson geliyor: “Bonjour!”
Bir anda diyiveriyorum: “Bonjour. Je voudrais deux Cream-Caramel.”
Garson: “Excuse moi?”
Daha fazla Fransızca parçalamayayım diyip “Deux Cream-Caramel.” diyorum.
Garson kaşlarını çatmış, kafası hafif yukarda, dudaklarını büzmüş bana bakıyor. Ben de ona bakıyorum. Aradan yıllar geçmiş gibi oluyor ve garson dünyadaki tüm mutlulukları bünyesine almışcasına gülerek: “Ooh chhreem chahahağğaaameğöö!” diyor.
Aha aha haa. “Oui oui.”
Bu hayatta bi Fransız garson tarafından göt edilmemişliğim eksik kalmıştı onu da aradan çıkarmış oldum.
Yahu garson utanmadan beni, ‘bir turisti’ ezme cesaretini gösterebiliyor. Adam turiste doymuş! Dünyanın en afili dili adamın ana dili! Biz ve diğer tüm Fransız olmayanlar hayata yenik başlamışız bir kere.
Düşününce, sahiden, Fransız garson Edith Piaf’la aynı dili paylaşıyor. Belki Sartre’la aynı aksana sahip (bu ihtimal düşük tabii ama metaforlar yazıyı güçlendirir). İnsan ister istemez yurdum garsonunu düşünüyor. O garibimin turist azarlamak şöyle dursun turistle muhatap olacak dili bile yok. Onun aksanı ise Mahmut Tuncer’le aynı. O da garson, bizimki de garson. Üstelik Edith Piaf’da şarkıcı Mahmut Tuncer de. Sonra insanın kafası karışıyor. O şarkıcıysa öbürü ne? Öbürü şarkıcıysa o ne? İkisi de eşit derecede şarkıcı mı? Şarkıcı mı? O da ne? 




Böyle düşününce hayat zorlaşıyor tabi… Sonra insan kendini çok boktan bir karşılaştırma noktasında buluyor. Buna ‘O Öyleyse Bu Ne?’ hastalığı diyoruz. Özellikle ülkemizde bu hastalığa yakalanma ihtimalimiz çok yüksek. Çünkü her yerde uçurumlar var. En kötüsü ise bu soruyu kendine dönük sorunca oluyor. Mesela şimdi yaz geliyor. Kadınlar Karatay senin Dukan benim rejimin dibine vuruyorlar. Bunun temelinde de aynı pis hastalık yatıyor. Televizyonlarımıza bakıp kendimizi onlarla karşılaştırıyoruz. Sonra, ‘onlar’ kadınsa ‘biz’ un kurabiyesi oluveriyoruz.
Velhasıl,  dikkatli olun. Sakin ha yerinizi sorgulayayım demeyin. İnsanları, yaşadığınız hayatı hele haşaaa! sorgulamayın. Küçük dünyamızda hepimiz mutluyuz. Un kurabiyesi falan yok. Hepimiz Cream-Carameliz!






14 Şubat 2013 Perşembe

"Senden hoşlanmadığım zamanlar da bile seni seviyorum."*


Bugün 14 şubat, sevgililer günü. “Yok efendim hep kapitalizmin oyunları bunlar, aman da hep gavurların icadıymış bunu ne kutlucakmışız.” gibi geyiklere girmeyeceyim. Bana sorarsanız sevgililer günü kışa denk geldiği için zaten kutlanmaması gereken bir şey. Tamam o gün yemek yapmayın mesela gidip dışarıda yemek yiyin. Ama sonra sıcacık evinize gidin. Hava soğuk ne de olsa. İlla kutlicaksanız da  işe yarar bir şeyler yaparak kutlayın. Güzel bir film seyredin. “Amaaan abuk subuk aşk filmimi seyredicem yani…” diyorsanız da size abuk subuk olmayan, en harika aşk filmini önericeyim. Bu harika durum komedisinin adı Barefoot in the Park.





Film aslında  Neil Simon’un tiyatro oyunundan uyarlama. Başrollerinde ise bence Brad Pitt’e takla attıracak yakışıklılıktaki Robert Redford ile güzel mi güzel Jane Fonda var. Şimdi ikisi de hoşaf oldular tabi ama filmi izlerken hoşaf hallerini düşünmeyelim.
Film, “ay 14 şubat geldi! Hadi birbirimize güller alıp öpüşelim. Aşk böyle bişi çünkü..” sığlığından çok uzak. Bu bakımdan, iki farklı insanın deli gibi aşık olup bir araya geldiklerinde bir anda hayatlarının çiçekler ve kelebeklerle donanmayacağını yüzünüze vurmakta.
Corie ve Paul Plaza Hotel’de geçirdikleri harika 6 günün sonunda evleniverirler. Birbirlerine deli gibi aşık olmuşlardır. Paul başarılı bir avukat olmak isteyen, düzenli titiz ve ciddi bir adamken, Corie heyecan dolu, her şeyden zevk alan, sosyal ilişkileri kuvvetli bir kadındır. Birbirlerini  ne kadar sevseler de taban tabana zıttırlar ve bu evliliklerini sarsmaya başlar.
Filmi izlerken tiyatro havasını yakalıyabiliyor olmak insana ayrı bir keyif veriyor. Ayrıca filmdeki espiriler gerizekalı ergen filmleri gibi sadece seks üzerine değil, çok ince ve akıllıca bu yüzden insanı daha bir içten güldürüyor.



Bence bugün bu film mutlaka izleyin; çünkü size gösterecek ki iki insanın birlikte olması, birlikte bir yaşam paylaşması çok kolay bir şey değil. “Ühü hühü sevgilim yok çok yalnızım, Beyaz atlı prensim, uzun saçlı Rapunsel’im olsa her şey ne kadan güzel olurdu” diye saf saf hayaller kurmadan önce böyle ‘gerçek’ bir ilişkiye hazır mısınız ilk önce bir onu düşünün. Filmi de izliyince anlıcaksınız ki bu türden ‘gerçek’ sevgiye sahip olan iki insanın sevgilerini yaşamak için 14 şubat gibi bir güne hiç ihtiyaçları olmaz. (Not:kapitalizmin oyununa gelmezlerJ)
*Paul'un filmden bir repliği.

6 Şubat 2013 Çarşamba

tostun içinde sucuk var mı?


“Tostun içinde sucuk var mı?”
Kasiyer; ‘hı.’ Dedi.
“Peki markası ne?”
Kasiyer omuz silkti.
“Bi sorabilir misiniz markasını.”
Kasiyer muhatap olmadı.
“Sucuğun markası diyorum?”
Kasiyer arkaya gitti. Sonra döndü ve
‘bilmiyorum.’ dedi.
“Sen benimle dalga mı geçiyorsun?”
Kasiyer mal mal baktı.
Şimdi iyice sinirlenmişti: ‘salaksın herhalde sen!’ diye çıkıştı.
 Arkadan hemen bir görevli geldi. Ne olduğunu sorup
durumu öğrenince: ‘Efem kusura bakmayın yeni aldık da arkadaşı. Biraz şey kendisi.’ Bunu kaşlarını kaldırıp gözlerini pörtleterek söylemişti.

   İçinde derinlerde nefret bir dalga gibi fokurdadı; “BİRAZ ŞEYSE ALMAYIN O ZAMAN İŞE!”
Arkadaşı onu sakinleştirdi. Sonra hafif sırıtarak; “Neden herkesten bu kadar nefret ediyorsun, nefretçi. Hahahaha”
“Bilmiyorum.” diyebildi. Ama kafasının içinde soruya verdiği gerçek cevap yankılanıyordu; “Çünkü onların hepsi basit bir soruya cevap veremeyen insan müsveddeleri, beceriksiz ve sefil yaratıklar. Okumayanlar. Okusa da anlamayanlar, aptallar, fasitler, ırkçılar, eğlenmesini bilmeyenler, sanattan anlamayanlar, bok gibi para kazananlar ve hayattan bihaberler, merhaba demekten bile acizler.”
“Boşver.. Kız biraz şeymiş işte. Hem yeni başlamış işe panik yapmıştır.” dedi arkadaşı.
“Biliyorum” dedi. Ama zaten sorun kız değildi. Sorun metroya binerken ona omuz atan adamdı, otobüste yer kapmak için ayağına basan kadındı, alt katta tadilat yapma adı altında evi yıkan yeni evli çiftti, kahvesini soğuk, kolasını sıcak getiren garsondu, yaya geçidinde durmak bir yana gaza basan taksiciydi. Sorun hepsiydi, herkesti. Fakat, ‘herkes’ bir arada yaşamak zorundaydı. Hep birlikte yaşamalılardı. Dip dibe, üst üste. Bunları düşünmemeliydi, düşünürse düşerdi. O yüzden düşünmeyi bıraktı, tostunu yedi. Kim bilir içinde hangi marka sucuk vardı…